Giriş Yapın

Facebook ile Bağlan Sizin adınıza paylaşım ve izinsiz gönderim yapmıyoruz.

Çocukluktan Kalanlar

Çocukluktan Kalanlar

Talihsiz bir çocukluk dönemi geçirdiğimizi düşünüyorsak eğer, önce bunun sebeplerini sorgulamalı sonra da bu duygularla yüzleşip bunlardan özgürleşmeliyiz. Bu bağlamda çocukluk yıllarındaki anılarını, o süreçte yaşadıklarını ya da yaşayamadıklarını bizlerle paylaşmak için ilk olarak kim söz almak ister acaba?

İnsanın anavatanı çocukluğudur

Toplu seans çalışmalarının ilk haftasıydı.

Herkes Pınar Hanım’ın ağzından çıkacak sözleri merakla bekliyor, etkinlikten en yüksek faydayı elde etmeyi umuyordu. Pınar Hanım, Epictetus’tan alıntıladığı ve Doğan Cüceloğlu’nun topluma kazandırdığı o çarpıcı cümleyle söze girdi:

- “Bir insanın anavatanı çocukluğudur.”

- Çocukluk dönemi; bireyin en savunmasız olduğu, bakıma, ilgiye, sevgiye en fazla ihtiyaç duyduğu dönemdir. Çoğu çocuk, hayatta kalma içgüdüsüyle ebeveynlerini memnun etmeye, koyulan kurallara riayet etmeye çalışır. Bu süreçte yaşadıklarıyla yetişkinliğini inşa eder. O yıllarda maruz kalınan travmalar, eksik bırakılan yanlar körpe ruhlarında kalıcı izler bırakabilir. Talihsiz bir çocukluk dönemi geçirdiğimizi düşünüyorsak eğer önce bunun sebeplerini sorgulamalı sonra da bu duygularla yüzleşip bunlardan özgürleşmeliyiz. ‘Bu bağlamda çocukluk yıllarındaki anılarını, o süreçte yaşadıklarını ya da yaşayamadıklarını bizlerle paylaşmak için ilk olarak kim söz almak ister acaba?’ diye sordu.

Bugün günlerden çocukluğumuz

Bir el kalktı cesurca. Yarım dairenin en başında oturan orta yaşlı bir hanımefendi sanki hep bugünü bekliyormuşçasına hemen söze girdi:

- Demek bugün günlerden ‘çocukluğumuz…’ O halde acısıyla tatlısıyla, kalbimde derin izler bırakan bazı hatıralarımdan bahsedeyim, biraz düşündürüp biraz hüzünlendireyim hatta biraz eğlendireyim sizi... Tıpkı içinde her duyguyu barındıran hayat gibi, hepsinden tutam tutam serpeyim yüreğinize. Benim ‘tutam’ dediğim ölçek; kiminizde ‘kaşık’, kiminizde ‘kepçe’, kiminizde de ‘derya, deniz, göl’ olur kim bilir… Ya da hiçbir cana, hiçbir tene değmeden boşlukta asılı kalır sözlerim. Tıpkı benim, daha küçük bir kız çocuğuyken, üç çocukla geçim derdine düşmüş, eşini kaybetmiş annemin, canına, tenine dokunamayan bazı sözlerim gibi:

O gün mevsimlerden yaz, aylardan temmuz, günlerden de cumaydı. Haftanın son iş günü birkaç sokak ötemize büyük bir semt pazarı kurulur ihtiyaçların pek çoğu oradan karşılanırdı. Sebze tezgâhlarının ağırlıklı olduğu pazarda rengârenk giysiler, çeşit çeşit oyuncaklar, gıcır gıcır ayakkabılar da satılırdı. Pazarın beni ilgilendiren yönü daha çok burasıydı. Her seferinde elim boş dönsem de bir ümit ilişirdim annemin eteklerine. Pazar arabası misali takılırdım peşine, belki bu kez bir şeyler aldırırım düşüncesiyle.

O cuma, o kadar sıcak o kadar kalabalıktı ki arkadaşımla ağaç gölgesindeki tatlı oyunumu bırakıp pazar yerine koştuğum için sanki biraz pişman olmuştum. Bunca çileye katlandığıma göre geldiğime değmeliydi, bir şeyler almalıydım pazardan. Annem sınırlı bütçesiyle ihtiyaçlarını az çok tamamlamıştı. ‘U’ dönüşü yapıp istikametimizi eve çevirdiğimiz sırada, tezgâhların birinde çok güzel bir oyuncak bebek gördüm. Evde bir bebeğim vardı fakat o, annemin yamalık kumaşlarla yaptığı uyduruk bir bez bebekti. Oysa tezgâhtaki bebek; sarı saçları, mavi gözleri, ağzında emziği ile neredeyse gerçek gibiydi. Tıpkı arkadaşım Nurgül’den zaman zaman ödünç alıp oynadığım bebeğe benziyordu. Hatta biraz da bana benziyordu. Sanki onu oradan alıp götüreceğim anı bekliyordu. Ben bebeği seyre dalıp türlü türlü hayaller kurarken annem de hemen bitişikteki tezgâhta dolmalık kabak seçiyordu.

Ben bebekten o kabaktan bahsediyordu

Onu yan tezgâha doğru çekiştirip beğendiğim bebeği göstermeye çalıştım. Annem o sırada kabakların parasını ödemek için ceplerini, cüzdanını karıştırıyor fakat toplam tutarı bir türlü denkleştiremiyordu. Ben ona bebekten, o da bana kabaktan bahsediyordu. Annemin alamayacağını anlayınca bayramdan bu yana biriktirdiğim cep harçlıklarımı çıkarıp “Bu bebeği kendi paramla almak istiyorum” dedim. Annem ise; “Senin bebeğin var zaten. Hem bebek karın doyurmaz. Daha acil ihtiyaçlarımız varken gereksiz şeylere para harcayamayız. Ver bakayım sen o parayı bana ki kabakların parasını ödeyeyim. Az ilerden kavun karpuz da alır, hep birlikte öğün ederiz” dedi.  Çekip aldı parayı elimden. O an hem elimdeki para, hem de düşümdeki pembe dünya yerle yeksan oldu. Öylece kalakaldım olduğum yerde. Ödeme işini bitirip hareketlenen annemin aksine, ayaklarım bir türlü ileri gitmiyor, katılaşmış bedenim milim kıpırdayamıyordu. Ben gidersem öksüz kalacaktı mavi gözlü bebeğim devasa pazarın orta yerinde, karmakarışık tezgâhın alelade bir köşesinde. Ruh taşımayan cansız bir bebek için bunları düşünüp üzülüyorken ben, aynı devasa pazarın kalabalık kaldırımlarında, alışveriş çantasını sürüye sürüye uzaklaşıyordu annem benden; hem benden hem de bir ruh taşıyan cılız bedenimden.

Akşama sarımsaklı yoğurtla süslediği kabak dolmasını masaya getirip koyduğunda yanaklarıma doğru süzülen gözyaşlarıma mani olamadım, dolmayı ağzıma süremedim. O gün bugündür de kabak dolması yiyebilmiş değilim. O gece sofrada karnım kuru ekmekle doydu ama ruhumun bir yanı hep aç kaldı. Bir tencere dolmaya feda edilen güzel bebeğim, o geceden sonra düş kırıklıklarımın enkazı altında ezilip gözden kayboldu.
 

Ayşe Teyze’ler karıştı

Aradan yıllar geçti. Kardeşlerimin hepsi evlendi. Boy boy çocukları oldu. Ama ben evlenmedim. Çocuğum da olmadı. Halalık, teyzelik yaptım ama ne kendi bebeğime ne de gönlümdeki o mavi gözlü oyuncak bebeğe annelik yapamadım. Hayat işte, hoyratça alıyor umutlarımızı, hayallerimizi; canımızı acıtıyor; bazen en sevdiklerimiz tarafından verilen kaskatı hükümlerle bazen de bizzat yaptığımız bilinçli-bilinçsiz  tercihlerimizle…

Babasız büyüdüğümüzden olsa gerek yoklukla sınavımız epey uzun sürdü. İletişim araçlarının muhitimizde hüküm sürmediği o yıllarda haber ulaklığı biz çocuklara aitti. Annem bir gün yanıma yaklaşıp komşu Ayşe teyzeden miktarını hatırlayamadığım kadar borç para istememi söyledi. “Eline geçer geçmez annem ödeyecek dersin!” diye de tembihledi. Akçeli işlerde bana duyulan güvenin verdiği sevinçle Ayşe teyzeye koştum ve mesajı ilettim. Kadın yüzüme ekşi ekşi baktı. Önce bir şeyler söyleyecek gibi oldu sonra vazgeçti. “Bekle biraz!” deyip gönülsüzce içeri gitti. Sonra da annemin istediği parayı sertçe avuçlarıma bıraktı. Ben de teşekkür edip aynı hızla eve döndüm. Anneme olanları anlattım. “Ayşe teyzeden parasını değil de canını istemişim gibi hissettim” dedim. Annem biraz şaşırdı. Sonra “Sen hangi Ayşe teyzeye gittin dedi?” Ben de “iki sokak ileridekine gittim” dedim, yakın zamanda onunla bir dargınlık yaşamış olduğunu hiç bilemeden. Meğer diğer Ayşe teyzeye gidecekmişim. Beni görevlendirirken bu vurguyu tam olarak yapmasa da öfkelendi annem. “Sen ne yaptın evladım?” dedi. “Radar Ayşe’ye gidecektin. Altın dişliye değil! Biz Altın Dişli Ayşe teyzenle bir aydır küsüz, bilmiyor musun?” diye kekeledi. Kimsenin kendi lakabını bilmediği ama herkesin bir lakabı olduğu değişik bir ilişkileri vardı bizimkilerin. Anneminki neydi acaba?

Her neyse, annem bilmeden yaptığım bu hataya hem kızmış hem de küs olduğu komşusunun istediği parayı göndermesine çok şaşırmıştı. Bir müddet ne yapması gerektiğini düşündükten sonra kısa sürede toparlayamayacağını bildiği bu parayı, evde iki gün bekletip benimle tekrar geri gönderdi. Bu kez şaşıran, Ayşe teyze oldu. Paranın bu kadar kısa bir sürede geri döneceğini ummamıştı. O an ortak arkadaşları olan Radar Ayşe ile karıştırılmış olduğunu hissetmiş olacak ki yüzü pancar gibi kızardı. Hışımla parayı elimden aldı. Annemi kastederek “minnetsiz, müdanasız kadın” deyip kapıyı hızlıca suratıma çarptı. Ben neye uğradığımı şaşırmıştım. Kös kös merdivenleri inerken kapı tekrar açıldı. Yaptığının yanlış olduğunu düşünmüş olacak ki parayı avuçlarıma geri saydı. “Minnetsiz annene söyle, acele etmesin, işini görsün.” dedi. Bunu derken altın kaplama dişleri, gözlerinden daha çok parlıyordu. Ne zaman ağzını açsa gözlerim dişlerine takılı kalıyor, kendisiyle bir türlü göz teması kuramıyordum. Her seferinde sanki kocaman, sarı bir ağızla konuşuyor gibi hissediyordum kendimi.

Eve geldiğimde anneme ‘kapı çarpma hadisesini, kadının aksi aksi söylendiğini’ hiç anlatmadım. Ayşe teyzenin parayı tekrar geri gönderdiğini “Hiç acele etmesin, güle güle harcasın, eli ne zaman genişlerse o zaman versin,” dediğini geveleyerek ortalığı yatıştırmak istedim. Kendimce aldığım bu inisiyatif gerçekten de işe yaradı. Annem bu zoraki jest karşısında epeyce yumuşadı. Acil ödemelerini yapıp küslüğü sonlandırdı. Parayı çok geçmeden toparlayıp iade etti.

‘Radar Ayşe teyze’, ‘Altın Dişli Ayşe teyze’ ve annem ‘Minnetsiz Maide’, dostluklarına kaldıkları yerden devam ettiler. Ben ise bazen bazı yanlış anlamaların güzel şeylere vesile olabileceğini; yetişkinlerin karmaşık duygu dünyalarında tıkandıklarında çocukların daha çözümcül yaklaşımlarla olayların seyrini değiştirebileceklerini ilk kez o gün deneyimledim.

İlginizi Çekebileceğini Düşündüğümüz Diğer Haberler
FACEBOOK YORUMLARI
ANNEBEBEK ÜYELERİ NE DİYOR?

Yorumları görebilmek, soru, görüş ve önerilerinizi bizimle paylaşmak için facebook hesabınız ile giriş yapmalısınız.

Facebook’ta adınıza gönderim yapmadığınızı bilmenizi isteriz..